BİZİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ

Çocukları mutlu etmeden, onları eğlendirmeden eğitim ve öğretimin gerçekleşebileceğini söylemenin zor olduğunu düşünenlerdenim. Çünkü çocukların duygularına hitap etmek için, onları meraklandırmak, yaptığı şeyin değerli olduğuna inanmalarını sağlamak ve hatta hiç ihtiyaç duymadığı şeylerde onları fazla zorlamamak gerektiği kanaatindeyim. Aksi halde başlamadan biten bir aşk hikayesi ortaya çıkabiliyor.

Hikayeleştirmeden anlatılan konu ya da temaların istisnalar hariç nedense çocukların pek ilgisini çekmediğini görüyoruz. Yaşları gereği çocukların hayal dünyalarının genişliği bu durumu destekliyor. Çünkü çocuklukta daha baskın olan hayal dünyasının zenginliği, onların gelişimlerini desteklemesi yanında gelecekte karşılaşacakları problemlere daha kolay çözüm bulmalarını da sağlamaktadır.

BİZİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ: ÖĞRENME VE ÖĞRETME

Bu hikayeleştirmeler sayesinde, çocuklar anlatılan karakterler ne ise onların yerine hem kendilerini koyarken konuyu farklı bir pencereden bakma önem ve değerine ulaşmakta hem de bu yöntem kendilerini tanımalarında bir hayli etki sağlamaktadır. Şimdiye kadar eğitmen olarak çalıştığım kurum ve şirketlerin farklı kademe ve yerlerinde tüm programımı hep bu düşünsel çaba üzerine inşa etmeye çalıştım. Şu anda da hala buna çabalıyorum.

 

Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Doktora Formasyon eğitimlerinde sayın hocamız Doktor Öğretim Üyesi İsmet Sahin gerçek bir öğrenmenin ne olduğunu anlamamız için konuyu hepimiz adına anlaşılabilir kılan şu cümleyi sarf etmişti: “Her çocuk öğrenme üzere kurulu bir dünyaya gelir… Fakat her şeyi öğrenmeyiz… Öğrenmenin üç anahtarı vardır. İnsanlar ihtiyaç duydukları, merak ettikleri ve değer verdikleri şeyi öğrenirler. Eğer bunlar yoksa gerçek bir anlamda öğrenmeden bahsedilemez”[1] Hocamızın ne kadar da haklı olduğunu yıllarca farklı konseptlerde bir eğitmen olarak deneyimlememe rağmen bunu adını bir türlü koyamamıştım. Ama sanırım şimdi buldum:

Bir Aşk Hikayesi

Sokrates gibi “yaşayan en bilge insan” olduğu bilincinde olan ve “bir tek şey bildiği için, bunun da hiçbir şey bilmediği” [2] şeklinde mütevazi bir değeri savunanların, çocukların eğitimi söz konusu olduğunda bir gün hak ettikleri değeri bulacağı ve onlarda kalıcı izler bırakacakları inancındayım. Neden?

Yaşadığımız bilgi toplumunda her nasılsa hepimiz “bilge” görünümündeyiz ama ne bilgelik!!? “Bilmiyorum” diyebilenler sayıca az iken “biliyorum ama…” diye başlayanların sayısı ise bir hayli fazlalaşıyor. Bu sahte bilgin görünümündeki fertlerin cesareti de her gün artmaktadır.

Eskiden TV’lerde olan doğruluğu tartışılır bilgiler bugün sosyal medya aracılığı ile daha yoğun verilmektedir. Tabiri diğerle eskiden TV’deki sinema ve dizi repliklerden gelen bilginin doğruluğuna olan inanç ile bugün sosyal medyada öğrenilen bilginin doğruluğuna olan inanç aynı paralellikte ilerliyor. Ve buraların köşe başlarını tutan sahte mürşitleri (influencer, youtuber, Tik-Toker vs.) normal eğitimdeki öğretmenlerin ulaşabileceği öğrenci sayılarından fazladır.

Einstein gibi dahi bir öğretmenin bile tahtada çarpım tablosunda yanlış yaptığında eğlenen öğrencileri olduğu gibi bu mecralardan beslenenler (öğrenciler) kendilerini gerçekten eğitime adamış kişilerle (öğretmen, hoca, eğitmen vb.) nasıl dalga geçmezler. Fakat eğitim işinin sabır işi olduğunun hepimiz bilincindeyiz.

Yine bu mecralardan beslenen herkes kes-yapıştır fertlerine dönüşmüş durumda ve kirli bilgiyi yayıp durmaktan geri kalmıyor. Sonrada bu bilgi dönüp dolaşıp bizim gibi eğitim aşkı ile yanıp tutuşanları bile inandırır hale geliyor. Bu süreç eğitimi içinden çıkılamayacak kadar bilgi kirliliğine maruz bırakmakla kalmıyor, ister istemez toplumun geri kalanlarını da popülizmin esiri haline getirebiliyor.

Bir tarafta bilerek veya bilmeyerek bu dezenformasyonu yayanlar ile doğru bilginin kaynağına inmeye çalışanlar bazen belirli noktalarda birbirleriyle benzeşebiliyorlar. Oysa cüzi irademizin elimizden alındığı, gerçek bilgiden koparıldığımızın daha farkında bile değiliz. Bilgiyi sadece kısa süreli, caka satmak çoğunlukla da cehaletimizi örtmek maksatlı kullanır hale getirilmişiz de bundan bihaberiz.

Hele ki çocuklarımız! Neyi referans alacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Eskilerin tabiriyle diyalektiği iyi olan ya da ağzı iyi laf yapanlara ya da tik-tok tarzı sosyal medyada yer alan “hayat temalı” kısa klipler içeriğindekilere inanmaya daha bir meyilliler.

Eskiden bilgiye ulaşma ve onu hazmetme süresi uzun bir zaman aralığında gerçekleşirken, örneğin dünyanın yuvarlak olup olmadığı, dünya dışında başka gezegenlerin varlığı gibi… Artık tek bir tıkla bilgi hızlı ulaşılabilir ve tüketilebilir bir hale gelmiştir.

Fakat bilginin işlenmemiş, ham halini hiç sorgulamadan almak, kaynağını doğrulamadan, özüne inmeden veya ham bilgiyi doğru işlemeden çabucak karşı tarafa aktarmanın derdine saplanıp kalmış vaziyetteyiz. Tabiri caiz ise hepimiz günümüzde kopyala-yapıştır modundayız. Bilgi üretmekten çok onu papağan gibi tekrarlayan ya da sosyal medya yayınlarındaki bilgi zannedilen kırıntıları kopyalayıp dağıtan formlardayız.

Eskiden nasıldık?

Eskiden öğrencilerimin sabahın erken, ayılamadıkları bir vaktinde: “aranızda birazdan anlatmaya çalışacağım ders konusunda kendini cahil, hiçbir şeyden anlamayan biri olarak gören varsa bilsin ki aranızdaki en cahiliniz benim…” dediğim günleri gülümseyerek hatırlıyorum.

Her ne kadar Bağdadi’nin“tevazunun fazlası kibirden gelir” ya da İbn-i Haldun’un “fazla tevazunun sonunda vasat kişiden nasihat dinlersin” şeklindeki güzel ve özlü sözleri okumuş olsam da neden yukarıdaki sözleri derslerimde sarf ettiğimi dinleyenler günün sonunda gayet iyi bilirlerdi. Aşk…

İnsanın kendini küçük görmesi ya da başkalarının küçük görmesine müsaade etmesi eşyanın tabiatına ters bir durum olduğu düşünülebilir. Hele ki kendini kınama makamında (levvamiyet) biri için bu sıradan bile gelebilir. Fakat işin aslına baktığınızda sanılanın aksine ortaya çıkan bir durum söz konusudur. Nasıl mı?

Bilge bir filozof Sokrat “Bilmek hiçbir şey bilmediğini bilmektir. Gerçek bilginin anlamı budur.” demiştir. Onun bu öğretisi senelerdir insanlığın kulağına küpe olacak enfesliktedir. Aynı filozof “Kendimizi, yaşamı ve dünyayı ne kadar az anladığımızı fark ettiğimizde gerçek bilgeliğin, her birimize geleceğini” asırlar önce bugüne bakarcasına söylemiştir.

Aynı dertten muzdarip Yunus Emre’nin de benzer şekilde;

 

“ilim ilim bilmektir,

ilim kendini bilmektir,

sen kendini bilmezsen,

ya nice okumaktır”

beytlerini okurken, öğrenmeye çalıştığımız şeyin aslında kendimizi tanımaktan öte bir anlam ifade etmediğini anlamaya çalışırız. Öyle ya kendini bilen ve tanıyan şu uçsuz ve bucaksız koca alemi de iyi bilmez mi?

“Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdemsin sen”[3]

“Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”

Konuyu fazla dağıtmadan Fransız filozof Jacques Ranciere da benzer bir metafor ile “cahil hoca” eserindeki bir karakter üzerinden konuya derinlik kattığını hatırlatmak isterim:

O da tıpkı Yunus Emre’nin yıllarca çektiği “bilmem” zikri gibi ya da Thomas Gray’in şiirindeki ünlü sözünü doğrularcasına “cehaletin saadetiyle”[4] Sokratvari bir havaya bürünerek “bilmediğini bilen biri” şeklinde çocukların ihtiyaç duyduğu, merak ettiği ve değer verdiği en doğru bilgileri onlara öğretmeyi amaçlamıştır. Böylece hem kendini hem de onları farklı bir oyun metodolojisiyle “mutlu” kılmaya çabalamıştır. Ya da en azından ben kitabı okuduğumda böyle anlıyordum.

Fransız yazar Joseph Joubert (1754-1824), “öğretmek iki kere öğrenmektir” demektedir. Bunun nedeni ise bilgideki derinleşmeyle ilgili olmasıdır. Aynı zamanda çağdaşı ünlü Alman edebiyatçı Goethe (1749-1832) de onun bu sözlerini desteklercesine “bir şeyi öğrenmek için, her şeyden önce onu sevmek gerektiğini” bizlere söylemektedir.

Kısaca Janus [5] gibi bir yüzümüz sosyal medyada yer alan kes-yapıştır formuna diğeri ise şimdiye kadar bilgi konusunda bizi ışık tutan gerçek bilginlere bakıyor ve biz hangi yüze bakacağımızı bilemez durumdayız. Tam bir dilemma…

Peki, hocam sizin bütün derdiniz nedir? Bu kadar uzun uzun bir şeyler anlatıyorsunuz, yok efendim eğitim-öğretim aşkı, yok hocanızdan öğrendiğiniz üç altın kelime: “merak, ihtiyaç, değermiş” diye… Bunun da cevabını sizlere vaktinde yaşamış olduğum bir anı üzerinden ifade etmek isterim.

ABD’nın Güney Carolina, Cape Canavaral’ında bulunan NASA’ya yirmi birinde gitmiş genç bir Türk ziyaretçisi olarak, onların uzaya uydu fırlatmalarına canlı şahit olma bahtiyarlığına ermiştim. Bu fırlatılış esnasında tüm Amerikalılar bir anda ayağa kalkarak ellerini kalplerinin üstene koyup Amerikan Ulusal marşlarını söylerken gururla ağlıyorlardı. Bu gördüğüm manzara karşısında içlerinde bir tek ben “niye biz böyle olamıyoruz” derdini taşıyordum.

İşte bu dert ile senelerdir NASA ya da benzeri yerlerde çalışabilecek birilerini bulma ve onu eğiten biri olma fikri içimde hep umut olarak kaldı. Yapabildim mi? Belki hayır ama bu umudum hala sürüyor. Farkındalık sağlamak için de var gücümle çalışıyorum.

Bir ilke olarak alemi kendi penceresinden seyreden seyyah misali, hem yaşamadığını anlatmamayı hem de anlattığı şeyleri yaşamayı samimi bulduğumdan, bu erdemlikte bazen şaka bazen ciddi “masada değil Nasa’da çalışalım” sloganlarıyla çocukları eğlenceleri içinde motive etmeye çalışıyorum. Onlara öğretmeye çalıştığım her bilginin ihtiyaçları haline getirmeye, merak duygularını kışkırtmaya ve insanlık adına yapılan tüm çabalara bir değer vermelerini sağlamaya çalışıyorum.

İşte şimdi de sizlerle bu samimi duygularımı paylaşıyorum. Neden çocuklara sadece ihtiyaç duyduğu, merak ettiği ve değer verdikleri bilgileri öğretmeye çalışan doğru kişiler biz olmayalım. Hem de bu bilginin nasıl öğretilebileceğini doğru kişiden aldığımız halde, soruyorum sizlere neden?

**Bu yazı Kocaeli Üniversitesi Öğretim Görevlisi Sayın Hocamız Dr. İsmet Şahin’in 01 Nisan doğum gününe ithafen yazılmıştır.

Kaynaklar:

[1]https://www.youtube.com/watch?v=_tCi_ENT5UU&ab_channel=ismet%C5%9EAH%C4%B0N; süre:08.20

[2] Platon, Sokrates’in Savunması

[3] Abdülbâki Gölpınarlı, Şeyh Galib Divanı’ndan Seçmeler, S.10-13

[4] Thomas Gray, 1742,”Ode on a Distant Prospect of Eton College” şiri içinde geçen “ignorance is the bliss” (cehalet mutluluktur), https://www.thomasgray.org/search/results.shtml?q.op=AND&q= text:ignorance%20text:is%20text:the%20text:bliss&rows=25&fq=genre:poem

[5] Antik Roma dini ve mitolojisinde, başlangıçların, kapıların, geçişlerin, zamanın, dualitenin, kapıların, geçitlerin, çerçevelerin ve sonların tanrısıdır. Genellikle iki yüzü olduğu tasvir edilir. Takvimlerdeki Ocak ayı Janus’un (Ianuarius) adını almıştır. Kaynak: https://moviecultists.com/whats-the-meaning-of-janus-faced

 

2 Responses on this post

    1. Teşekkürler Mehmet Demir. Eğitim ve öğretimi maalesef herkes aktarma, paylaşmak sanıyor. Yaşantıda değişikliğe neden olmayan şeyde gerçek bir öğrenmeden bahsedemiyoruz.

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir